21 Temmuz 2025 Pazartesi

Veysel Baran yazdı | ML komünist parti açıklamasını kim hangi görüş açısından eleştirdi- 1

Açıklama metnini okuduğumuzda görüyoruz ki, tartışılan, eleştirilen salt bir partinin belirli bölgesel ve uluslararası siyasi koşullar, belirli askeri güç dengeleri ve yine belirli toplumsal koşullarda başvurmak zorunda kaldığı bir taktik, ağır tavizler verme pahasına yaptığı bir anlaşma veya ağır kayıplar pahasına uygulanan bir geri çekilme değildir; tüm bunların teori katına yükseltilip genelleştirilmesidir.

Marksist Leninist Komünist Parti'nin (MLKP), PKK 12. Kongre kararları kapsamlı 18 Mayıs 2025 tarihli 6 numaralı açıklaması karşıdevrimin ve emekçi solun değişik değerlendirme ve eleştirileriyle karşılaştı.

Hayat kendi mecrasında akıyor. Tüm partiler, gruplar, yazarlar, yorumcular PKK 12. Kongresi kararları ve bu kararlar etrafındaki tartışmalarda ifade edilen sözleri, iddiaları hayatla yüzleştirme imkanı elde ediyor.

Gelinen aşamada MLKP'nin yaptığı açıklamayı ve etrafındaki kimi tartışmaları ele almanın önünde bir engel kalmadı. Çünkü bu çerçevede söz söylemek isteyenlerin tümü yazdı, konuştu. Daha önemlisi politik savaşımın her günkü görev ve ihtiyaçları hem söz konusu açıklamaya, hem de bu yazı ve sözlere yeterince soru sordu.

Gerek faşist şeflik rejiminin, gerekse de düzenin selameti için saraya muhalefet eden burjuva kesimlerin savunucusu olmak iddiasıyla konuşanlar, açıklamaya dair yazılarında "şiddet yandaşlığı" ve "solun geçmişte kalan zihniyeti" temasını işlediler. MLKP ile PKK arasındaki mücadele yoldaşlığının sona erdiği iddiasıyla mutlu satırlar döktürdüler. Bunları şimdilik tartışma dışına çıkaralım. İnkarcı sömürgeciliğin, faşizmin, erkek egemen sistemin ve kapitalizmin sözcü ve kalemşörlerine söylenecek sözlerin yeri konuya dair bu ilk yazı değil.

İnternet bataklığının kerameti kendinden menkul yarı lümpenlerini, gölgesine tapmakla meşgul siyasi şizofrenlerini de iflah olmazlıklarıyla baş başa bırakalım.

Adem Karaçoban gibi arkadaşlara okuduğu açık seçik bir metni anlama çabası bile göstermemenin, daha kötüsü tarzda düzen politikacılarının siyasi kültürünü yeniden üretmenin hayırlı, saygıdeğer bir yöntem olmadığını, mücadeleye hiçbir katkıda bulunmayacağını hatırlatmakla yetinerek, bu tartışmada ilk olarak ulusal demokratik medyadan Amed Dicle'nin yazdıklarını ele alalım.

AMED DİCLE KEYFİLİĞİ, ÇARPITICILIĞI VE SORUMSUZLUĞU 
Amed Dicle ilk söz alan arkadaş oldu. Bunun sorumluluğuyla hareket etmesi ve metnin içeriğini nesnel biçimde yansıtarak tartışması, eleştirmesi beklenirdi.

Ne var ki, o açıklamayı tartışmak, eleştirmek yerine, adeta içeriğini yeniden yazdığı bir metne saldırmak gibi ağır bir zaaf ve çarpıtıcılık sergiledi. İşi ahlak kavramı etrafında tartışma yürütmeye vardırırken, açıklamada, "göze çarpan asıl problem, yalnızca içeriksel yetersizlik değil; yaklaşımın ima ettiği politik psikoloji ve niyettir" (...) 'zayıflama' varsayımı üzerinden alan genişletme çabası sezilmektedir" gibi sağlıksız ideolojik zihniyetine ayna tutan iddialarla ve doğrudan bir alıntıyla gösteremeyeceği halde, açıklama "teslimiyet" nitelemesi yapıyor gibi sözlerle ortamı zehirleyici genellemeler yaptı. Provokatif bir duruş üretti.

Oysa okuyan her insanın görebileceği gibi, açıklama ideolojik-teorik eleştirileriyle birlikte, hem ulusal demokratik hareketin yeni konumunda nasıl bir politik mevzileniş içinde olacağına dair değerlendirme ve beklentisini, hem de bu konumda kurulacak politik ilişkiyi açık seçik tarif ediyor.

Açıklamanın 7. maddesinden okuyoruz:
"12. Kongrenin, yasal, barışçıl zeminde örgütlenecek ulusal demokratik güçlerin kararlı bir politik mücadeleye seferber edileceği açıklamalarının öznel içtenliğinden tereddüt duymayan; yasal, fiili meşru zeminde bir halk dinamizminin geliştirileceği görüşü taşıyan partimiz yeni yapılanmayla, ulusal demokratik ve genel demokratik hak ve özgürlükler zemininde ittifak görüş açısını korumaktadır, böyle bir hatta hareket edecektir."

Açıklamanın 8. maddesinden okuyoruz:
"Devrimci ve antişovenist-antifaşist partileri, grupları; Kürt ve Türk halklarından, Arap, Çerkes, Ermeni, Rum, Boşnak, Pomak, Süryani, Keldani, Arnavut, Roman, Laz, Gürcü ve Azeri ulusal topluluklarından, Alevi ve Êzidî inanışlarından işçileri, kadınları, gençleri, yoksulları, emekçileri, LGBTİ+'ları, sanatçıları, aydınları, Kürt ulusunun varlığının ve anadilde eğitim hakkının resmen tanınması, Abdullah Öcalan'ın ve tüm savaş esirlerinin, devrimci, antifaşist politik tutsakların serbest bırakılması; koşulsuz ateşkes ilan edilmesi; Terörle Mücadele Kanunu adlı faşist yasanın iptali; JİTEM, özel tim, koruculuk gibi faşist sömürgeci kirli savaş örgütlerinin dağıtılması; faşist devlet güçlerince kaybedilen devrimcilerin, yurtseverlerin, demokratların gömüldükleri yerlerin açıklanması; Rojava ve Başûr işgallerine derhal son verilmesi için mücadeleyi yükseltmeye davet ediyoruz."

Bu iki maddede ifade edilen görüş ve tutum Amed Dicle'nin iddialarının çarpıtma ve demagojiye dayandığını, provakatif bir nitelik taşıdığını anlamak için yeterlidir.

Amed Dicle, bu açık seçik tutumu dürüstçe ifade etmek, başka ne tartışacaksa tartışmak yerine, "(...) 'zayıflama' varsayımı üzerinden alan genişletme çabası sezilmektedir. Bu, devrimci etiğin değil, klasik burjuva siyaset reflekslerinin alanıdır: Zayıf görüneni zayıflatmaya çalışmak", "Etik devrimcilik, yoldaşlar 'zayıfken' değil, doğru olanı yaparken onların yanında durmayı gerektirir" ifadeleriyle eleştiride nesnellik gibi asgari bir ölçütün dışında, mücadele yoldaşlığı konusunda ilke yoksunu ve yazık ki ar bilmez sözler edebildi.

Amed Dicle, "öyle olsaydı normaldi" havasında, 2025/6 numaralı açıklamanın "teorik yönelim"le ilgisi bulunmadığı iddiasına karşın, metindeki teorik-ideolojik itirazlara dönük içeriksel bir tartışma yapmıyor. Bunun yerine, "çünkü bugün sosyalist hareketin karşı karşıya olduğu mesele, hangi taktikle değil, hangi tarihsel ve ahlaki zeminle yürüneceğidir" gibi söz kalıplarıyla konuşmayı tercih ediyor. "Dogmatik ezbercilik", "doktriner konfor" gibi kanıtlama çabası bile göstermediği yaftalarla konuşuyor. Dogmatizm ve doktrinerliğin esasını tam da, kanıtlama çabası göstermeme ve kerameti kendinden menkullük oluşturmuyor mu? Bu görüşlerin birini doktriner, diğerini yaşamla bağlı kılan nedir?

Oysa açıklama, birincisi, marksist leninist devlet çözümlemesi ve devrim kavrayışı görüş açısından eleştiriler yapıyor. Devletin sınıfsal niteliğinin ve silahlı egemenliğe dayanan zor aygıtı oluşunun karartılmasının yaratacağı tehlikelere dikkat çekmiş oluyor. İkincisi, sosyalizmin kazanımlarının yadsınmasına itiraz ediyor. Bunu kazanımların inkarı çerçevesinde tasfiyeci bir görüş olarak değerlendiriyor.

Açıklama metnini okuduğumuzda görüyoruz ki, tartışılan, eleştirilen salt bir partinin belirli bölgesel ve uluslararası siyasi koşullar, belirli askeri güç dengeleri ve yine belirli toplumsal koşullarda başvurmak zorunda kaldığı bir taktik, ağır tavizler verme pahasına yaptığı bir anlaşma veya ağır kayıplar pahasına uygulanan bir geri çekilme değildir; tüm bunların teori katına yükseltilip genelleştirilmesidir. Silahlı mücadelenin, yasadışı araç ve yöntemlerin günümüzde geçerliliğini kaybettiği tezine; burjuva sınıfın egemenlik aracı olarak ve sömürgeci olarak devletin kitle örgütlenmesi ve basıncıyla dönüştürülebileceği, sosyalist bir topluma itiraz edemez hale getirilebileceği tezine itirazdır. Lenin ve Stalin önderliğinde kurulan sosyalist toplum ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gerçeğiyle Kruşçev'le başlatılan modern revizyonist ihanet ve kapitalizmin restorasyonu döneminin "reel sosyalizm" adı altında eşitlenmesine; Lenin-Stalin dönemi Sovyetler Birliği'nin bir uluslar hapishanesinin yerle bir edilmesinin, halkların hak eşitliğine dayalı özgür birliğinin, ayrı ayrı ulusları aşan bir Sovyet ulusu yönündeki adımların, insanlık kazanımlarının ifadesi oluşunun inkarınadır.

Bu konularda neden eleştiri yapılıyor demek aşırı yüzeysel bir yaklaşım, bir noktadan itibaren kontrolü kaybedilmiş bir kibirdir.

MLKP'nin 2025/6 numaralı açıklamasını bir yana ayıralım ve komünistler, sosyalist yurtseverler olarak şu düşüncelerimizi ifade edelim:

Devlet bir sınıfın bir başka sınıf veya sınıflar üzerindeki baskı aygıtıdır. Silahlı zora dayanır. Sömürgecilik iktisadi ve siyasi ilhaktır. Silahlı zora dayanır. Egemen sınıf iktidarını barışçıl tarzda veya parlamenter yolla devretmez. Devrim dışında egemenlerin saltanatına son verilemez. Sömürgeciyi kovmak, yenilgiye uğratmak zorundasınız. Başka türlü ulusal özgürlük kazanılamaz.

Tarih 21. yüzyıla kadar yukarıdaki görüşlerin yanlışlığını gösteren bir örnek çıkarmadı ortaya.

21. yüzyılda ise burjuvazinin kapitalist ve sömürgeci devletleri çok daha merkezidir ve çok daha çıplak, yoğun bir zora dayanmaktadırlar. Gelişmeler yukarıdaki teorik görüşleri zayıflatmamış, tersine güçlendirmiştir. Tek tek devlet sınırları içindeki mücadele bir yana, emperyalist ve bağımlı burjuva devletler geldiğimiz aşamada devrim ocaklarını söndürmek için dünya ölçeğinde yoğunlaştırılmış ortak çalışma ve saldırılar içindedir. Bırakalım devrimci olanları, kapitalist düzen çerçevesinde mücadele edenler de dahil, devletin zor tekelini kırmak temelinde hareket eden partiler, örgütler "devlet dışı silahlı örgütler devrinin sonlandırılması" hedefiyle kuşatmaya alınmakta, silah bırakmaya zorlanmaktadırlar. Filistin, Lübnan ve Suriye coğrafyasında yürütülen emperyalist, faşist, sömürgeci ve işbirlikçi faaliyetler gözler önündedir.

Kuşkusuz yukarıdaki görüşler yeni değildir. Fakat, Amed Dicle'nin "şiddetin değil siyasetin, öfkenin değil ortak aklın, silahın değil sözün yolunu açmak" biçiminde ifade ettiği görüşte de yeni olan hiçbir şey yoktur. Öncesi bir yana, bu düşünceye temel teşkil eden teorik tezler çok değişik partiler, teorisyenler, politik liderler tarafından şu veya bu formda ve neredeyse kesintisiz biçimde üretilegelmiştir. Bu görüşe göre barışçıl biçimde, evrimci yoldan, kitle baskısı veya parlamenter yolla sosyalizme, ulusal kurtuluşa varılabilir. Devrim, devrimci zor gibi yöntemler yanlış ve zararlıdır. 1956'dan itibaren Kruşçev'den başlayarak modern revizyonistler bunu, "barışçıl yol", "kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş" biçiminde teorize ettiler. Bu zihniyete göre mücadelenin zora dayalı biçimlerini kullanan komünistler, devrimciler "goşist"ti; eylemleri ise en hafif ifadeyle, "halka zarar veren", "egemen sınıfların değirmenine su taşıyan" nitelikteydi.

Türkiye ve Bakur zemininde bu sorun etrafında '68-'70 döneminde saflaşma yaşandı ve PKK'ye giden yolu da açan 71 devrimci atılımıyla, modern revizyonizmin temsilcisi TKP'nin, toplumsal reformcu TİP'in barışçıl, reformist, parlamentarist; Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı'nın legalist, yasalcı ideolojik-siyasi örgütsel görüşlerinden ve teorik-ideolojik anlayışlarından kopuşuldu.

Bu gerçeklere "dogmatik ezbercilik", "doktriner konfor" gibi yaftalar vuracaksanız, zahmet edip devletin ne olduğunu, devrime neden ihtiyaç kalmadığını ya da devrimin devrimci zor dışında nasıl zafere ulaştırılacağını tartışacak veya devrim olmaksızın burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin, kapitalist sömürü düzeninin, sömürgeciliğin, erkek egemen sistemin nasıl ortadan kaldırılacağını göstereceksiniz. Bütün bunlar yerine "ulus devlet" ve "demokratik modernite" kavramlarını tekrarlamak konuya hiçbir açıklık getirmez.

Yakın tarih dersi olarak 1989-1992 dönemi, dünya ölçeğinde sayısız devrimci partinin, grubun, gerilla örgütünün, Amed Dicle'nin ifadesiyle, "şiddetin değil siyasetin, öfkenin değil ortak aklın, silahın değil sözün" çağına girildiği temelinde, düzen sınırları içinde yasal, barışçıl, fiili meşru, parlamenter kitle örgütlenmesi ve mücadelesini temel alan bir stratejiye, çizgiye geçişine tanıklık etti. Peki hayat bu niteliksel tercih için devrimcilerin, işçi ve ezilenlerin önüne hangi gerçekleri, hangi dersleri koydu?

Amed Dicle'nin buna somut veriler ışığında bir cevabı var mı?