18 Temmuz 2025 Cuma

Geriye döneceğimiz bir yol yok

Sermaye güvenlik ister. O zaman, "Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye."

Tam da "Kürt sorunu" Ankara'da, "ata yadigarı aziz vatan", "devlet aklımız", "bin yıllık kaderimiz", "beka sorunumuz" türünden ağdalı diskurlar eşliğinde öznesizleştirilip Kürtlerin özgürlüğü değil, devletin güvenliği sorunu olarak takdim edilirken sahneye zücaciyeci dükkanına girmiş bir fil gibi dalan ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Trump'ın Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, "Cumhur İttifakı'nın zırvalarıyla kafası karışanlar için bir "sadeleştirme makinesi" gibi çalışmaya başladı.

Barrack, bu gibi kıtalar aşan meselelerde hem Atlantikçilik taslayıp hem "sapına kadar yerlilik ve millilik" böbürlenmeleriyle şişinenlere Trump dönemi MAGA -Amerika'yı Yeniden Büyük [Amerika] Yapalım- zihniyetini kafa göz yararak anlatmaya başladı: "Yerküre üzerinde hangisi olursa olsun, bütün sorunların çözüm ilkesi ABD'nin menfaatleridir. ABD'yi görürsen, ABD de seni görür."

Donald Trump'ın kendisi esasen bu dış politika yaklaşımını, kimseden saklamış değildi ama bir farkla: Trump 1945'ten bu yana dünyanın başına bela olan "Pax Americana"yı -ABD Barışı- diğer başkanlardan farklı olarak ancak bir emlakçı zihniyetiyle kavrayabiliyor ve dayatabiliyordu -zira o bir emlakçıydı, alınır satılır veya el konabilir olmayan hiçbir şey onun için bir şey ifade etmiyordu. Gazze'deki savaş ve barış, onun gözünde o topraklar Akdeniz'in doğu kıyısında dünyanın bütün zenginlerine peşkeş çekilecek bir arsa olarak tanımlandığında anlam kazanabiliyordu. Trump, "O zaman Gazzeliler çekip gitsinler, başlarının çaresine baksınlar, biz de Gazze'nin sefasını sürelim" derken zerre kadar ar etmiyordu, bir emlakçı için dünyada her yerin alınıp satılabilecek bir arsa olarak anlam kazanmasından daha doğal ne olabilirdi. "Kanada ile neden aramızda sınır olsun, ilhak edelim, gitsin" derken de, "Burayı bana satın, satmazsanız basıp alırım" diye Grönland'a çökme tehditleri savururken de, "ben öyle istiyorsam Meksika Körfezi'ne artık Amerika Körfezi diyeceksiniz" derken de hep aynı kafadaydı.

Tom Barrack, bağlamları hayret, merak, şaşkınlık veya hicap uyandırsa da, uzaklarda cereyan eden ve buralarda doğrudan doğruya kimsenin canını yakmayan MAGA dünya siyasetinin kerterizini apansız üstümüze çevirince o ekranda beliren Türkiye, Suriye, Rojava ya da Bakurê Kürdistan suretinin de hep gösterildiği ya da görmemiz istendiği gibi olmadığına ilişkin ipuçları sökün etmeye başladı. Barrack, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim Bölgesi'nin Şam'a bağlanması için kolları sıvayınca hem ABD'nin Kürt Sorunu bağlamında başlı başına bir çözüm dinamiği olduğuna ilişkin abartılı beklentileri gömdü hem de Erdoğan rejiminin iç ve dış politikada ABD ile çatışma halinde olduğuna dair İletişim Başkanlığı imalatı "Batı aleyhtarı" menkıbelerin de palavradan ibaret olduğunu açığa çıkardı. Trump'ın özel temsilcisince bir kez daha faş edildiğine göre, Ankara Kürt Sorunu'nda ne diyor ve ne yapıyorsa Washington'ın tam desteği ve onayıyla yapıyordu.

Barrack, özellikle Suriye'deki özerk yönetimin tasfiyesi ve Şam'a bağlanmasına yönelik dayatmalarını gerekçelendirirken, Hakan Fidan'ın argümanlarını olduğu gibi yinelediği ve ABD'nin baştan sona Türkiye'nin Suriye siyaseti çizgisinde konumlandığı konusunda kuşkuya yer bırakmıyordu. Barrack öte yandan Trump ve Erdoğan gibi otokratların ortak karakterindeki cahillikten ileri gelen cüreti taklit ederek Hitlervari sloganlara satılmaktan da kaçınmıyordu. Rudaw'da yer alan söyleşisinde şöyle diyordu: "Suriye hükümeti, Suriye Demokratik Güçleri'ni bahsettiğimiz şu çerçeveye dahil etmek için olağanüstü ve büyük bir heves gösterdi: Tek vatan, tek millet, tek ordu, tek hükümet […]" ve SDG'yi bu çağrıya hemen icabet etmediği için kınıyordu: "[…] SDG'nin bu durumu kabul, müzakere ve bu yönde adım atma konusunda ağır davrandığını düşünüyorum."

Barrack, kendisinin bir federal devletin -ABD- memuru olduğuna, Kürtlerin Irak'ta federal bir rejimde -KBY-yaşadığına bakmadan ve sanki Suriye'de herhangi bir dönemde federalizmin "F"si hüküm sürmüş de Kürtler bunu becerememişçesine SDG'ye laf sokuyordu: "Sorun şu ki, tüm bu ülkelerde federalizmin işlemediğini ve bir devlet içinde (başka) bağımsız bir devlet kurulamayacağını gördük. Bu yüzden herkesin bunu anlaması zaman alıyor." İşin doğrusu Suriye'de tam tersini görmüştük. Kürtler merkezden özerkleştikçe 11 yıl süren iç savaşta hem güvenliklerini hem kimliklerinin serpilmesini sağlayabilmişlerdi.

Bir cümle içine sığdırılmış bunca yalan –"federalizm bu ülkelerde işlemiyor", "federalizm bir devlet içinde bağımsız devlet kurmaktır", "SDG bağımsız devlet istiyor"- ancak IŞİD'le savaşta en yakın müttefikini Şam ve Ankara'ya satma saatinin geldiğine hükmeden bir tüccarın utanıp sıkılmadan yapabileceği bir iş olabilirdi. (Bilmeyenler için Tom Barrack tıpkı Trump'ın tüm yakın mesai arkadaşları gibi bir milyarder. 1991'de ipotekli gayrimenkul varlıklarına yatırım yapmak için kurulan Colony Capital emlak şirketinin kurucusu ve İcra Kurulu Başkanı.) Oteller, kumarhaneler ve emlak kredileri dahil olmak üzere on milyarlarca dolarlık bir portföyü yöneten bu adamın diplomasi dendiğinde almak ve satmaktan başka bir şey bilmesi gerekmediğine olan inancı ne kadar sefilse de yeni ABD'den daha çoğunu beklemek yersiz. MAGA diplomasisi, açıkları yakalama, yalanlar ve tehditlerle boyun eğdirme pratiklerinin toplamından ibaret.

Barrack bu sıfatıyla Suriye'deki önceliklerinin neler olduğunu da hiç saklamıyor: Bunlar, adalet, hakkaniyet, özgürlük vb. erdemler değil, "fırsatlar!" "Dolayısıyla fırsat bu fırsattır. Suriye için fırsat şimdidir. Dünya onlara yardım etmek istiyor. Herkes birbirini tamamlıyor. Kendi kendimizin önüne engel olmamalıyız." diyor. Mal ucuzken almalı! Barrack'ın "fırsat" dediği, Suriye'nin yeniden imarı için en az 250 milyar dolarlık yatırım gerekirken mevcut taahhütlerin 10 milyar dolarda kalmış olması. Sermaye güvenlik ister. O zaman, "Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye."

Amerikan çıkarlarının temsilinin Suriye ve Türkiye'de aynı milyarderin uhdesine bırakılmış olması Suriye'de Hakan Fidan'ın ağzıyla konuşan Tom Barrack'ın, Türkiye'de de Tayyip Erdoğan'ın yeni-Osmanlıcılığını okşayan bir dile konuşmasında şaşılacak bir yan bırakmıyor. Barrack uysa da konuşuyor, uymasa da, yeter ki Erdoğan'ın hoşuna gitsin, kendisinde ve Osmanlıcılığında keramet olduğuna inancı pekişsin…

Tom Barrack, Haziran sonunda İzmir'de Kemaraltı'nda AA dahil, Türkiye ana akım medyası muhabirlerine verdiği demeçte, Trump ve Erdoğan'ın duymak istediklerini birer birer anlatmıştı: "Hepimiz, birbirine güvenen iki lidere sahip olduğumuz için muazzam bir fırsatın var olduğu görüşündeyiz. Bu vizyonu nasıl uygulayacaklarını çok iyi bilen Bakan Rubio ve Bakan Fidan var." Kişisel egolar okşandıktan sonra sıra "her şey Batı'nın müdahaleleri yüzünden" menkıbesine geliyor. Sureti haktan görünmenin faziletini müdrik Barrack, Osmanlı Devleti'nin çöküşünde kendisini sürekli Batı'ya -ve her yöne- yönelik fetihlere özgülenmiş sürdürülemez bir genişleme stratejisine mahkum kılan yağma ve talana dayalı üretim ve yönetim tarzının hiç rolü olmadığı ön yargısını besleyip "kafir düşmanlar" vesvesesini pompalarken İzmir'in "Yahudilerin, Müslümanların, Hıristiyanların bir arada yaşadığı, bu toplulukların harmanlandığı bir örnek" ve bunun "tüm dünyada ve Orta Doğu'da olması gereken bir durum" olduğundan dem vuruyor. Sonunda lafı "Osmanlı İmparatorluğundaki "millet sisteminin", yüzlerce yıl farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine imkan verdiğine getiriyor.

Doğrusu, İzmir'den ABD'ye kaçan dedesine sorsa bileceği, biraz tarih okusa öğrenebileceği gibi "Osmanlı Millet Sistemi" denilen şeyin, din esasına göre kurulmuş bir devlette, azınlık dinleri mensuplarının din merkezli yaşantılarının düzenlenmesinden ibaret olmayıp bir de üstüne kültürel "harmanlanma" olduğuna dair uydurmaları sırf yeni-Osmanlıcılar memnun olsun diye döktürüyor. Bu "Millet Sistemi" denilen din merkezli toplumsal hiyerarşinin Birinci Dünya Savaşı'nın basınçları altında önce Ermeni ardından Pontus soykırımlarında bizzat devletin kendisince işlenen insanlık suçlarıyla çökertildiğini, her yıl kendi hükümetinin Ermeniler'e "Medz Yeğern" taziyelerinin bu vahşet sebebiyle çıkartıldığını bilmezden geliyor. Nasıl olsa övülmeyi severler, günahlarını sevap diye anlatsa, yalan da söylese hoşlarına gider, diye sallıyor da sallıyor…

Fakat bütün bunlar sebepsiz değil. Bu, Osmanlı torunu Amerikalı milyarderin "kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez" ilkesini diplomasiye tercüme edişi. Barrack, Trump namına küresel gericilik döneminde Ankara'yla Washington arasında artık insan hakları, demokrasi, hukuk devleti anlaşmazlıkları olmayacağını, NATO'ya katkı payını ödeyen her devletin Amerikan himayesine layık bulunacağını ilan ediyor.

Suriye'de ve Türkiye'deki bütün gelişmelerin de gösterdiği gibi, uluslararası gericiliğin kudurduğu bir dönemde halkların kendi kaderlerini tayin ve özgürlük taleplerinin gerçekleşmesinde insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti zemininin korunması ve geliştirilmesi, başka dönemlere nispetle çok daha büyük bir önem kazanıyor. Bu ilkelerin kapitalist devlet pratikleri altında kendi anlamlarına yabancılaşmış olmaları, feodal geçmişe ilticayı, kadının esaretinde, teokratik ilkelerin üstünlüğünde, cehalet taraftarlığında, zalimane yönetimde keramet aramayı gerektirmez.

Suriye'de olsun Türkiye'de olsun, bu doğrultudaki gelişmeler kapsamında Kürtler' in özgürlük arayışları hem kendileri hem her iki ülkenin özgürlük uğruna mücadele eden bütün dinamiklerinin gücüne güç kattı. Kürtlerin bu mücadelelerini hangi biçim ve araçlarla sürdürecekleri ne zaman ileri atılıp ne zaman geri çekilecekleri, nerede uzlaşıp nerede meydan okuyacakları her zaman kendi bilinç ve iradeleriyle karar verecekleri konular oldu.

Bununla birlikte, Türkiye'nin son on yılının gösterdiği en esaslı nesnel sonuç, özgürlük ve hak dinamiklerinin demokratik ve sosyal kurtuluş bayrağı çevresinde toplandığı dönemlerin Kürtlerin de diğer dinamiklerin de toplumsal ve politik kazanımlarının doruğuna yükseldiği dönemler olduğudur. Bu, ezilenlerin son yüz yılda kazanmış oldukları en esaslı mevzidir. Bugünkü işimiz, geleceğin esinini köhne Osmanlının yıkıntıları arasında arama davetlerini geri çevirerek kendi eserimizi korumak ve sömürgecilik rejiminin tüm mağdurlarıyla saflarımızı genişleterek ileri taşımaktır. Geriye döneceğimiz bir yol yok.