5 Haziran 2025 Perşembe

ÇEVİRİ | Grevin yeniden keşfi: Arjantin'de feminist ayaklanmanın 10. yılı

Transfeminist mücadeleler, özellikle de bu mücadelelerin halkçı, ekstraktivizm karşıtı ve sokak düzeyindeki ifade buluşu, mevcut krizden sorumlu tutuluyor. Bu soruları sormak, bu sorumlu tutulmanın biçimleriyle hesaplaşmak anlamına geliyor. Bu mücadelelerin, bu hareketleri reddeden ve önemsiz kılan jeopolitik analizlerde nasıl marjinalleştirildiğini anlamamızı gerektiriyor. Siyasi programımızı ve örgütlenmemizi, özünde yaşamın radikal sürekliliği olan haysiyetli bir yerden yeniden inşa etmek bizim elimizde.

Bu yıl Ni Una Menos hareketinin 10. yıldönümü. Giderek militarize olan kapitalizmdeki bu yoğun yeniden şekillenme ve değişim anlarına damgasını vuran gerilimleri anlamak önemli bir aciliyet olarak önümüzde durmaktadır.

I.
Arjantin'de Ni Una Menos olarak bilinen protesto dalgası bu yıl 10. yaşına giriyor. Bu sloganın olduğu pankart altında ilk yürüyüş 3 Haziran 2015'te gerçekleşti. Ardından grevler ve gösteriler yükseldi: Önce 19 Ekim 2016'daki Kadın Grevi, ardından 8 Mart 2017'de başlayan ulusötesi ve transfeminist eylemler geldi.

Eylemciler tarafından takılan yeşil mendillerden dolayı bu adı alan ve kürtajın yasallaştırılmasını talep eden Yeşil Dalga, Polonya'dan Arjantin'e (2016-2020), Kolombiya ve Meksika'ya kadar uzanan bu eylemler dizisinin içinde yer alıyor. Bu protesto döngüsünü örgütsel açıdan bir yenilikler on yılı olarak okumak önemli görünüyor.

Bir yandan da grevin bir araç olarak yeniden keşfedilmesi söz konusu. Bu, eylemler gerçekleşirken tartıştığımız bir konuydu ki, bu hiç de azımsanacak bir başarı değildi. Grevler, ekonomik olarak aktif nüfusun dünyayı durdurma kapasitesini anlayabildiği ve bu işi üstlenebildiği kolektif bir epistemik süreçtir. Aynı zamanda, olup bitenleri nasıl anlatacağımıza ve ifade edeceğimize ve eylemlerimizi gündelik hayatta örgütsel güce nasıl dönüştüreceğimize karar verdiğimiz pedagojik ve siyasi bir strateji alanıdır.

Transfeminist grevlerin siyasi programının henüz yazılmamış bir tarihi var; bu tarih, bu eylemlerin ev işi, emeklilik, travesti-trans emek kotası, kamu ve hane borcu, konut ve kira, göçmen emeği, kapsamlı cinsel eğitim, yeniden üretimde adalet, toprak mülkiyeti, gıda modeli, tek ebeveynli haneler için sosyal sübvansiyonlar, hapishane karşıtı çalışma ve toplumsal yeniden üretim bağlamında örgütlenme gibi talep ve anlayışları nasıl tartıştığını ve detaylandırdığını inceliyor.

Bu siyasi program, ataerkil ve sömürgeci kapitalizmin birbiriyle bağlantılı şiddet alanlarını çerçeveleyen sistemik anlayışlara bir yanıttır.

Mücadele, uygulamaya geçirilmiş kolektif zeka ve siyasi programların detaylandırılması yoluyla bilginin nasıl biriktirildiğini dikkate almak önemli. Bunu yapmak, bu protesto dalgasını anlamak için faydalı olabilecek sorular sormamızı sağlar. Her ülkede ve ulusötesi düzeyde siyasi süreçleri nasıl oluşturabiliriz? Grevin zamansallığı nedir ve grevler zaman içinde nasıl sürdürülebilir? Zamansal rolü nedir ve ulusötesi bir analiz zemini olarak nasıl işlev görür?

II.
Bu mücadele dalgası ağ biçiminde yüksek düzeyde bağlar kurmuştur, meseleler arasında çapraz geçişler yapmış ve örgütlenme biçimimizde çok sayıda varyasyon ve değişiklik üretebilmiştir.

Feminist grev ve seferberliğin Ekvador'daki yerli ve işçi sınıfı grevleri (2019 ve 2022); Kolombiya'daki ulusal grev ve ayaklanma (2019-2021) ve feminist grevden (2016-2020) Şili'deki toplumsal ayaklanmaya (2019) en bilinen örnekleriyle uzanan dizi üzerindeki etkilerini düşünüyorum.

Bir dizi zamansallık sergileyen bu iç içe geçme halkçı, ırkçılık karşıtı, ekstraktivizm karşıtı protesto biçimleriyle derinleşen ve organik bir bağlantı anlamına geliyor. Buna elbette aynı süreçlerin Arjantin (2019), Şili (2021), Brezilya (2022) ve Kolombiya'daki (2022) başkanlık seçimlerindeki çelişkili ama belirgin etkisini de ekleyebiliriz. Feminizmlerin bütünleştiği, genişlediği ve angaje olduğu süreçlerde örgütsel yenilikler olarak adlandırabileceğimiz şeyleri özetlemeye çalışacağım:
🔹Feminist ve queer liderlikler de dahil olmak üzere sözcülüklerdeki değişiklikler;
🔹Mücadelelerin ve özellikle de sokağın işgal biçimlerinin toplumsal olarak yeniden üretilmesine yönelik görev ve hareket altyapısının nasıl değerlendirildiğine dair değişiklikler;
🔹Feminizmlerin belirli bedenlere ve bölgelere karşı yürütülen savaşların anlamını inceleyerek genişlettiği sistemik şiddete dair anlayışların yeniden değerlendirilmesi;
🔹Kadınların önderlik ettiği (kendini açıkça feminist olarak ifade etmeyen) hareketlerin ve transfeminist hareketlerin kendi "gündemleri"ne yalıtılmasına veya giderek genişleyen halk hareketliliklerinden koparılmasına yol açan adımların açıkça reddedilmesi;
🔹Ve kapitalist şiddetin yapısal bir ifadesi olarak toplumsal cinsiyete dayalı şiddete dair kolektif anlayıştaki (aktif ve/veya reaktif) değişiklikler.
Geçtiğimiz on yıldaki hareketin açıklamalarını, metinlerini ve eylemlerini yeniden okurken, aynı anda hem süreç odaklı hem de yıkıcı gücü olan ve siyasi ittifaklarını, karşılıklı anlaşmak için bir tür çeviri anlamındaki süreçleri ve örgütsel biçimlerin yansımalarını sürekli genişletmeye çalışan yeni bir dinamiğin ortaya çıktığını fark ettim.

III.    
Pandemiden aşırı sağın seçim zaferlerine kadar bir dizi karşıdevrimci dönemeç ve gitgeller görebiliriz. Ama bunlar aynı zamanda yenilik arayışlarını, denemeleri ve yeni risk alma türlerini de sergiliyor.

Pandeminin üç önemli yönünü vurgulamak için araştırma yaptık ve çalıştık. İlk olarak, çalışma dünyasında, özellikle de küresel acil durum zamanlarında aşırı derecede istismar edilen toplumsal yeniden üretimle ilgili işlere (sağlık, eğitim, toplumsal cinsiyetle ilgili şiddet durumlarında destek, gıda ve bakım işleri) görünürlük ve meşruiyet kazandıran bir kavram olan "temel" (essential) olarak kabul edilen işlerde önemli değişiklikler meydana geldi.

İkinci olarak, kadınları, lezbiyenleri, travestileri, transları, ikilik dışıları (non-binary), göçmenleri ve ırksal ayrımcılığa uğrayan kesimleri hedef alan ve konut, yerinden etme ve borç etrafında yağmacı spekülasyonlar üreten finansal-gayrimenkul ekstraktivizminin hızlandığını gördük. (Arjantin'de travesti bir hakaret değil, derin siyasi kökleri olan bir cinsiyet kimliğidir).

Üçüncü olarak, evleri, toplulukların sosyal alanlarını ve en güvencesiz işleri (ücretli ve ücretsiz olanları) kaynak ve enerji elde etme alanları olarak talep eden platform ekonomileriyle gündelik hayatın finansallaşması arasındaki eklemlenmenin yeniden yapılandırıldığını gördük.

Bu değişiklikler, salgının ekonomik ve finansal şiddet için yeni bir eşik oluşturduğunu, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin yoğunlaşmasıyla iç içe geçtiğini ve o zamandan beri durulmadığını anlamanın anahtarıdır.

Pandemi ve (halen devam eden) etkileri, toplumsal yeniden üretim alanını daha önce görülmemiş bir şekilde güçlendirerek kolektif yaşamı sürdüren altyapıyı, yaşamın sürdüğü ilgili bölgeleri ve bedenleri ve katlandıkları güvencesizliği ortaya çıkarıyor. Ayrıca bu mekanların ve pratiklerin neoliberal krize tepki olarak nasıl siyasallaştığını transfeminist bir perspektiften inceliyor. Bir röntgen filmi gibi, dokumalarımızın iplikleri açığa çıkarıldı.

Pandemi sırasında popüler hale gelen "temel iş" kategorisinin kullanımlarına dayanarak, ücretli emeğin krizinin paradoksal bir şekilde yeniden sınıflandırılmasını ve bu şekilde daha az tanınan ve giderek daha fazla ahlakileştirilen ve/veya kriminalize edilen işlerin yoğunlaşmasına yönelik bir eğilimi haritalayabiliriz.

Pandeminin yarattığı kriz, mülk sahipleri ile mülk sahibi olmayanlar arasındaki bölünmeyi aile düzeyinde yoğunlaştırdı. Barınma, yeni borçların yoğunlaştığı bir kaynak ve yeni mücadele döngüsünün kilit unsurlarından biri haline geldi.

Arjantin'de, aileleri geçindirenler rollerini görünür kılmak için örgütlendiklerinden, "bekar anneli hane" figürü feministler tarafından popüler hale getirildi; bu özellikle pandemiden sonra doğruydu. 2020 raporuna göre; Arjantin'deki hanelerin yüzde 36'sı tek bir kişi tarafından geçindiriliyor ve bu kişiler genellikle gıda, kira, kamu hizmetleri, sağlık hizmetleri, çocuk ve ergenlerin eğitimi gibi günlük sorunları çözmek zorunda olan kadınlar. Düşük gelirli haneleri dikkate alırsak, bu sayı yüzde 60'a yükseliyor.

Finansal bir varlık olarak çok değer verilen stüdyo dairede yaşayan izole profesyonel erkek idealinin aksine (mevcut başarılı, mülk sahibi erkeklik propagandasına göre, bu genellikle genç insanlar için ulaşılamaz bir durumdur), bekar anneli haneler onun görünmez ikizi olarak ortaya çıkmaktadır: Borç yükü altında olan ve yeniden üretim görevlerini piyasaya devredemeyen kadınsılaştırılmış bir hane.

Arjantin'deki tek anneli haneler göz önünde bulundurulduğunda, bakımın nasıl organize edildiğine dair belirli bir bileşime dikkat çekmek gerekir; bu bileşim, genişletilmiş bir bakım altyapısının parçası olan hanede olmayan kadın aile üyelerini (ülke içindeki ve dışındaki büyükanneler gibi) içerebilir. Ancak sosyal ve siyasi örgütlere üyelik yoluyla yapılandırılan bir topluluk ağı da söz konusudur. Alternatif iş ve bakım altyapıları belirginleşmekte ve durum, aile yapısında "liderlik değişimi" gibi basit bir okumaya meydan okumaktadır.

Erkek liderlik artık mevcut olmadığında, önceki biçimi koruyan basit bir cinsiyet-toplumsal cinsiyet değişimi söz konusu değildir. Daha ziyade, erkek liderliğini sürdüren siyasi düzende bir değişiklik meydana gelir. "Fabrikada despotizm krizi" fikri bir zamanlar kapitalizm eleştirmenleri tarafından işçilerin disiplini neden reddettiklerini açıklamak için kullanılmıştı. Şimdi bunu, bekar annelik ve heteropatriyarkal olmayan bakım ağlarının inşasıyla kısmen çözülen ailelerdeki despotizm krizine kadar genişletebiliriz.

Hanelerin duygu-emek-politik yapısındaki bu değişime, ev ile finansal teknoloji (örneğin sanal cüzdanlar, mikro yatırımlar ve cep telefonlarında bulunan çok çeşitli uygulamalar aracılığıyla) arasındaki ilişkiyi değiştiren finansallaşma süreçleri eşlik etmiş ve bu değişim sürdürülmüştür.

Bir salgın halinde yeniden üretim krizini aşmanın bir yolu haline gelen gündelik hayatın finansallaşması, kriminalize ekonomilerin yükselişi ve proleterleşmesiyle birlikte güvencesiz bölgelerde ortaya çıkan bir tür iç savaşı körüklüyor.

Bu bizi örgütsel bir soruya geri götürüyor. Şiddetin toplumsal yeniden üretimin siyasallaşmasına, ırkçı ve ataerkil hiyerarşilerin istikrarsızlaşmasına karşıdevrimci bir yanıt olduğu bir dönemde stratejilerimizi nasıl yeniden ele almalıyız?

IV.
Javier Milei Arjantin'deki seçimleri kazandı ve Aralık 2023'te göreve başladı. O tarihten bu yana, devlet öncülüğündeki antifeminizm dinamikleri acımasız bir karşıdevrimci saldırının parçası olmuştur. Arjantin, Ekvador ve El Salvador’la birlikte, Trump'ın zaferinin ardından hızlanan faşistlerin etkili olduğu radikalleşmenin bir parçasıdır.

Milei'nin 2024 ve 2025 yıllarında Davos forumunda yaptığı açıklamalar, küresel aşırı sağ gündemle uyumunun yanı sıra kendisini dünya çapında feminist hareketin kitlesel karakteri ve radikalliğiyle tanınan bir ülkenin lideri olarak sunma arzusunun açık bir işaretidir. Milei Davos'a ilk gittiğinde feminist ve çevreci mücadelelerden sosyal adaletin radikal biçimleri olarak bahsetmiş ve bunları "sapkın" olarak nitelendirmişti. 2025 yılında sadece iki cinsiyet olduğunu iddia etti ve eşcinselliği pedofili ile ilişkilendirdi. Bunun üzerine 1 Şubat'ta antifaşist ve ırkçılık karşıtı büyük bir yürüyüş düzenlendi ve birçok sloganın yanı sıra "Sadece iki cinsiyet vardır: Faşistler ve antifaşistler" sloganı verilen yanıt oldu.

Aşırı sağcı hükümetteki "devlet güdümlü antifeminizm" ile üç unsuru kastediyorum.

Birincisi, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve sonuçlarına ilişkin farkındalık yaratmayı, bunları önlemeyi ve ele almayı amaçlayan kamu politikalarına ve mağdurlara yönelik ekonomik yardıma yönelik sistematik ve kurumsal bir saldırıdır.

İkincisi, bazı belirli durumlarda siyasetlerin, gazetecilik, sanat ve transfeminist örgütlerin önde gelen isimlerinin, özellikle de halkçı ekonomiyle ilişkilenenlerin kriminalize edilmesi de dahil olmak üzere kişisel saldırılardır.
Ve son olarak, özellikle cumhurbaşkanlığı iletişimi yoluyla nefret söylemini yayan saldırgan bir hükümet söylemi var. Bu durum kurumsal ve toplumsal şiddetin artmasına yol açtı (queerlere yönelik saldırılar katlanarak arttı).

Devlet öncülüğündeki antifeminizm, başkanın görüşlerinin ya da sözde "kültür savaşlarının" ötesine geçmektedir. Bu, organik olarak meşhur yapısal uyum programıyla bağlantılı olan ve "kurban" öznelerinin kadınlar, lezbiyenler, travestiler, trans erkekler ve kadınlar, ergenler, çocuklar ve yaşlılar olduğu bir saldırı türüdür. Toplumsal cinsiyet karşıtı politikaların ekonomik yönelimi, devlet öncülüğündeki antifeminizmi küresel birikim modelinin temel bir dinamiği olarak ortaya koymaktadır. Bu, daima sınıf ve ırk meseleleriyle iç içe geçen toplumsal cinsiyetin damgasını taşıyan öznelere karşı, otoriter neoliberalizmin faşist yöntemlerle daha saldırgan hale gelmesini sağlayan, kamu kaynaklarıyla yürütülen, ilan edilmiş bir savaştır. Kısacası, devlet öncülüğündeki antifeminizm aracılığıyla, anarko-liberter bir hükümet, otoriter neoliberal projeyi, belirli toplumsal kesimlerin yok edilmesine yönelik faşist mantığa göre örgütleme noktasına kadar yoğunlaştırmıştır.

Toplumsal cinsiyete karşı savaş geniş kapsamlı bir mantığı içerir: Göçmenler, ırkçılığa maruz kalan insanlar, devletten sosyal yardım alanlar ve evsizler kurban edilmek üzere işaretlenmiştir. Tüm bu insanlar dejenere, kurban ya da üretken olmayan olarak sınıflandırılmaktadır.

Günümüzün aşırı sağı, teknoloji şirketi sahiplerinin temel inançlarını ailevi, biyolojik ve natalist (doğum yanlılığı) değerlerin ifade ettiği, platformların hiper-yenilikçiliğinin toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin gelenekçi iddialarla birleştiği bir alaşımın ifadesidir.

Solun ve ilericilerin bazı kesimlerinin bu anı karşıdevrimci olarak okuyamaması saçma bir durum. Kendilerini "önleyici" faşizmden (mevcut krizin gelecekteki etkilerini içeren bir faşizm) bahsetmekle sınırlıyorlar, çünkü faşizmin yanıt veriyor olduğu devrimi göremiyorlar.

V.
Neoliberal kapitalizmin dinamiklerini açıklamak için artık bir "toplumsal yeniden üretim krizinden" bahsetmek yeterli değil. Pandemi ve aşırı sağın zaferlerinin hem nedeni hem de semptomu olduğu, toplumsal yeniden üretime karşı elle tutulur bir savaşa tanık olduk. Bu savaş biçimleri, Silvia Federici'nin sözlerini takip edersek "toplumsal yeniden üretimin faşistleşmesi" olarak adlandırabileceğimiz şeyi üretmek için daha da şiddetleniyor.

Arjantin'de kriz-savaş-faşistleşme dizisi, 2000'lerin başında neoliberalizmin meşruiyet krizine yanıt olarak ortaya çıkan toplumsal yeniden üretimin siyasallaşma biçimlerine ve transfeminist hareketin kitlesel büyümesine verilen karşıdevrimci bir yanıt olarak okunabilir.

Finansal şiddeti hızlandıran araçların kullanıldığı yönetim biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açan, toplumsal yeniden üretimin eşzamanlı yoksullaştırma ve sömürü dinamiğini anlamak için toplumsal yeniden üretimin faşistleştirilmesi üzerine konuşabiliriz.

Bunun merkezinde, karşılıklı bağımlılığı ele almak için alternatif yollar geliştiren ve günlük yaşamda şiddete sınırlar koyan halklara karşı yürütülen bir savaş yer almaktadır.

Toplumsal yeniden üretimin faşistleşmesinden bahsetmek için ise antifeminizmin, sömürünün yoğunlaşmasında ve değerin elde edilmesinde nasıl itici bir güç haline geldiğini düşünmeliyiz. Bu, "özgürlük" ve "bakım" gibi terimlerde içerilen pandemi sonrası gerilimlerle bağlantılıdır.

Bu çelişkili dinamikler "temel iş" kategorisi içinde birbirine karışmıştır ve feminist grevin gündeme getirdiği emek mücadelelerinin yeniden yapılandırılmasını anlamak açısından önemlidir.

Hane halklarının enflasyon ve güvencesizlikle başa çıkmak için rekor düzeyde borçlanmasıyla gündelik hayatın yeni finansallaşma düzeyi, Milei hükümetinin mülksüzler için "finansal özgürlük" olarak adlandırdığı durumu hızlandırmıştır.

Bugün kendimize sormamız gereken örgütsel sorular korkunç bir senaryo içinde ortaya çıkıyor: Soykırımcı, ırkçı ve ataerkil kapitalizm, kendisi de diğer ayaklanma dizileriyle bağlantılı olan on yıllık feminist, halkçı ve sömürü karşıtı protesto dalgasının deneyimlerinden faydalanmaya çalışıyor.

Transfeminist mücadeleler, özellikle de bu mücadelelerin halkçı, ekstraktivizm karşıtı ve sokak düzeyindeki ifade buluşu, mevcut krizden sorumlu tutuluyor. Bu soruları sormak, bu sorumlu tutulmanın biçimleriyle hesaplaşmak anlamına geliyor. Bu mücadelelerin, bu hareketleri reddeden ve önemsiz kılan jeopolitik analizlerde nasıl marjinalleştirildiğini anlamamızı gerektiriyor. Siyasi programımızı ve örgütlenmemizi, özünde yaşamın radikal sürekliliği olan haysiyetli bir yerden yeniden inşa etmek bizim elimizde.

Transfeminist mücadelelerle gurur duyan ve onların gücünü kucaklayan somut, ırkçılık karşıtı bir antifaşizmi örmeye devam etmek ve aynı zamanda omuzlarımızda taşıdığımız sınırlılıkların ve başarısızlıkların farkında olmak bizim elimizde.

*Veronica Gago'nun Ojala sitesinde yayımlanan yazısı Onur Yılmaz tarafından ETHA için Türkçe’ye çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.