15 Mayıs 2025 Perşembe

Arzu Demir yazdı | 'Toplumsal cinsiyet' kavramı neden yasaklandı?

Kadın mücadelesinin iktidar karşısında çıkarttığı engele ve kadınların bilincinde yarattığı değişime, dünyada "burjuva aile"nin girdiği kriz de eklendi. Çünkü, sermaye egemenliğiyle erkek egemenliğinin birliği çelişkili bir birliktir. Bunun temelinde de kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki duruyor. Üretimin toplumsallaşması kaçınılmaz olarak kadını, üretici, tüketici ve meta olarak toplumsal yaşama katarken, mülkiyetin özel karakteri onu kaçınılmaz olarak toplumsal yaşamın dışına, eve çekiyor. Bu çelişki, erkek egemenliğinin krizinin de nesnel temelini oluşturuyor.

Faşist şef Erdoğan'ın 2025 yılını "aile yılı" ilan etmesinin kadınlara yönelik bir savaş ilanı ve stratejik bir saldırı olduğunu daha önce birkaç kez yazmıştık. Komşu annelikten evlilik kredilerine, çocuk yardımlarının artırılmasından üçüncü çocuğunu doğuran kadınlara memurluk vaatlerine, "olağan olan normal doğum" sloganlarıyla yürütülen kampanyalarla kadınların vajinal doğuma zorlanmasından ev emekçisi kadınlara emeklilik vaatlerine kadar birçok koldan saldırı planı devrede. 6284 sayılı yasa, kadınların nafaka hakkı, hatta kürtaj da saldırıların kapsamında. Bunlar için de zamanının gelmesini bekliyorlar.

Söz konusu stratejik saldırı, "toplumsal cinsiyet", "cinsel yönelim", "LGBTİ" kelimelerinin kullanımını dahi yasaklama noktasına geldi. Aile Bakanlığı'nın bağlı kurumlara gönderdiği genelgeye göre, bu kavramlar kullanılmayacak. Gerekçe ise, "kutsal aile" zarar görüyor. 10. Yargı Paketi'nde yer alması muhtemel LGBTİ+'lara yönelik yasal düzenlemelerle birlikte düşünüldüğünde, bu kavramları kullananların, çeşitli yaptırım, baskı ve cezalarla karşılaşması kuvvetle muhtemel. Bu yılki 8 Mart öncesinde Eğitim-Sen'in okullarda "toplumsal cinsiyet eşitliği" dersi vermesi, idari soruşturmalarla yanıtlanmıştı.

İktidar, toplumun politik islamcı temelde yeniden inşası için kadın bedenini adeta bir savaş alanına çevirmiş durumda. Kadını, erkek egemen düzenin ve bu düzenin evlerdeki temsilcileri erkeklerin ihtiyaçlarına göre, aile ve ev içinde "eş" ve "anne" olarak tanımladı, nesneleştirdi. Siyasal saldırılarıyla da kadın hareketini, örgütsüzleştirmeyi, teslim almayı amaçladı.

Özellikle 2010'dan itibaren uygulamaya koyduğu "erken yaşta evlendirme", "çok çocuk doğurtma" politikalarına ve tutsak etme, işsiz bırakma gibi saldırılara rağmen "makbul kadınlık" gömleğini kadınlara giydiremedi. İstanbul Sözleşmesi'nin gasp edilmesi örneğinde olduğu gibi, kadınlar, kimi mevziler kaybetti. Ancak evlenme yaşının yükselmesi, doğum oranlarının düşmesi, iktidarın yenilgisi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Kadın mücadelesinin iktidar karşısında çıkarttığı engele ve kadınların bilincinde yarattığı değişime, dünyada "burjuva aile"nin girdiği kriz de eklendi. Çünkü, sermaye egemenliğiyle erkek egemenliğinin birliği çelişkili bir birliktir. Bunun temelinde de kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki duruyor. Üretimin toplumsallaşması kaçınılmaz olarak kadını, üretici, tüketici ve meta olarak toplumsal yaşama katarken, mülkiyetin özel karakteri onu kaçınılmaz olarak toplumsal yaşamın dışına, eve çekiyor. Bu çelişki, erkek egemenliğinin krizinin de nesnel temelini oluşturuyor.

Bu krize karşı "şef tipi aile" politikasını uygulayan iktidar, kavramlara da savaş açmış durumda. "Toplumsal cinsiyet", 1970'lerden bu yana feminist/kadın hareketinin kullandığı bir kavram. Ancak öncesinde de taşıdığı anlam başka biçimlerde de yazıldı, çizildi. Örneğin, Simon De Beauvoir, 1949'da yayınladığı İkinci Cins kitabında, "Kadın doğulmaz, kadın olunur" sözüyle bu kavramı anlatmıştı.

Toplumsal cinsiyet kavramı, doğuştan gelene ve doğallığa değil, inşaya işaret eder. İnsanlık eril ve dişil olarak üremeye dayalı bir biçimde bölünmüştür. Toplumsal cinsiyet ise bu bölünmeye göre örgütlenen roller ve yaşam anlamına gelir. Kadınlık ve erkeklik, toplumsal cinsiyet rolleri olarak, devlet ve bağlı kurumları tarafından inşa edilir. Kıyafetlerimizden davranışlarımıza, mesleklerimizden zevklerimize, siyasal çalışmalarımıza, aşık olma biçimlerimize tüm yaşam, "toplumsal cinsiyet rolleri"ne göre inşa edilmiştir. Kız çocuklarının oyuncaklarının bebek, erkek çocuklarının ise tabanca olması, bir doğallık içermez. Aksine "kutsal aile" inşası için erkek egemenliğinin bir uydurmasıdır. Siyasette, siyasetin zor araçlarıyla yürütüldüğü savaş koşullarında da kadına ilişkin tanımlar toplumsal cinsiyet rollerine uygundur.

Kadınların savaş süreçlerinin sadece mağduru olduğu tanımlaması, bir yandan bir gerçeğe işaret eder ancak diğer yandan toplumsal cinsiyet rollerini üretir. Kadınlar bir savaşın öznesi de olabilirler ve Rojava örneğinde olduğu gibi gerici bir iç savaşı, bir kadın devrimiyle taçlandırabilirler.

Toplumsal cinsiyet, öğretilen, öğrenilen şeylerin tamamıdır. Kaderimiz, kız çocuklarına pembe, erkek çocuklarına mavi patiklerden itibaren, bu cinsiyet rollerine göre çizilir.

Bu kavram, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve cinsiyet ifadesi gibi kavramları da içerir. Kadın ile erkek arasında kurulan eşitsiz ilişkinin, sorgulanabilir, değiştirilebilir olduğuna işaret eder. Aslında bu kavramı, iktidarın hedefine koyan da "değiştirilebilir" olmasıdır. Bu demektir ki, bu kavram başka türlü de inşa edilebilir.

Bu değişkenlik, örneğin, kadının evsel köleliği anlamına gelen, ev içindeki "görevlerini" tartışmalı hale getirir. Bulaşık yıkamak, yemek yapmak, evi temizlemek, çocuk, yaşlı, hasta bakmak, neden "kadın işi"dir? Neden "erkek işi" değildir? Bu soruları sordurur. Neden yuvayı "dişi kuş" kurar? Kadın emeği neden değersizdir?

"Toplumsal cinsiyet" konusu, İstanbul Sözleşmesi'nin gasbı sırasında da gündeme gelmişti. Çünkü sözleşme, kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak kabul ediyor, "toplumsal cinsiyet" kavramının tanımını da uluslararası düzeyde yapıyordu. Mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının kadınlar ve erkekler için toplumsal roller biçtiği kabul ediliyor ve toplum tarafından üretilen bu rollerin kadına yönelik erkek şiddetinin temeli olduğu vurgulanıyordu. "Kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet" tanımı ise ayrıca yapılıyordu. Bu tanıma göre; "Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet", kadına kadın olmasından dolayı uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddet anlamına gelir" deniliyordu. Bu düzenlemeler nedeniyle, İstanbul Sözleşmesi de "kutsal aile"yi bozucu bir düzenleme olarak kabul edilerek, gasp edildi.

Tüm bunlar bu dönem cins mücadelesinde sert ve keskin çarpışmalara tanık olacağımız anlamına geliyor. Bu durumda, tarih boyunca varlığını mücadele sayesinde sağlayabilen kadınlara, mücadeleden başka bir seçenek yok. Çünkü, cinsel çelişki derinleşiyor ve erkek egemenliğinin kadın cinsine karşı açtığı savaş büyüyor.