ÇEVİRİ | Her yerde düşmanın arkasında: Filistin dış operasyonlarına geri dönüş

Bugünün gerçekliği de FHKC'nin zamanında ortaya koyduğu mantıktan çok farklı değil. Düşman kampı, siyonist, emperyalist ve gerici Arap uşaklarıyla, hiç bu kadar kana susamamıştı. Medya üzerine kurduğu mantık da sağlam kalıyor: Silahlı direniş hala devrimci propagandanın en güçlü biçimi.
1971 yılında Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), gazetesi el-Hadaf'ın bir baskısını yayınladı ve "FHKC ve Dış Operasyonlar" konusu üzerine ikinci sayısını ayırdı. Sayı, Cephe'nin 1968 Temmuz ayından bu yana gerçekleştirdiği çeşitli operasyonlara dönük tepkilere cevabını ve bu operasyonlardaki mantığını işliyordu. Operasyonların kapsamında uçak kaçırmalar, İsrailli şirketleri ve Avrupa'daki büyükelçilikleri bombalamalar vardı.
Cephe'nin cevapları onun temel ilkelerine, en başta da düşmanın doğası ve tanımına dayandı. FHKC'ye göre, düşman kampı bir üçlüydü: İsrail devleti (siyonist hareket), küresel emperyalizm ve Arap gericiliği. FHKC, bunun çatışmanın net bir teşhisi olduğunu savundu. Sonuç olarak, düşman bütün dünyayı bir savaş alanına çevirdiğine göre, düşmanı hedef almak da belli bir coğrafyaya sınırlandırılmamalıydı.
FHKC'nin mantığının ikinci ayağı medya ve seferberlikle ilgiliydi; dış operasyonlar, bırakın Filistin davasını lekelemeyi, dünyayı Filistinlileri dinlemeye zorlayan bir devrimci propaganda biçimiydi. "Bu operasyonlar" diyordu sayıda, "Avrupalıların kulağındaki kiri çekip çıkaran devrimci propagandadır." Bu dönemde, işin medya boyutu bu operasyonları yerine getiren fedailer için kritikti. Savaşçılar, 1972 Münih operasyonu şehitlerinin kolektif vasiyetnamesinde şunu yazdı: "Devrimci eylemimizin, dünyanın topraklarımızdaki siyonist işgalin grotesk gerçekliğini anlamasına yardımcı olacağını umuyoruz. Devrimci yöntemimiz siyonist-emperyalist ilişkileri teşhir etmeyi amaçlamaktadır."
Şehitler ve Cephe, haklıydı. Bu operasyonlar, küresel medyanın üzerindeki neredeyse mutlak siyonist hakimiyete karşı çığlık işlevi gördü. Boğucu bir sessizlik altında yaşayan Filistinliler ve Araplar için bu eylemler et ve kanla vücut bulmuş çığlıklardı. Şehit Nizar Banat'ın söylediği gibi: "1970'lerde Filistinliler sert vurdu ve dünya sempati gösterdi. Biz karşılık verdiğimizde sempati duydular."
Bugünün gerçekliği de FHKC'nin zamanında ortaya koyduğu mantıktan çok farklı değil. Düşman kampı, siyonist, emperyalist ve gerici Arap uşaklarıyla, hiç bu kadar kana susamamıştı. Medya üzerine kurduğu mantık da sağlam kalıyor: Silahlı direniş hala devrimci propagandanın en güçlü biçimi. Değişen şeyse, yeni iletişim araçları işgal altındaki Filistin'de silahlı mücadelenin ana odak noktası olmasını sağladı. Bugünkü anlatının lehimize değişmesinin soykırım karşısında küresel bir ahlaki uyanıştan kaynaklandığına inananlar için: Bir an için Gazze'deki direnişin teslim olduğunu, İsrail ordusunun içeri girdiğini ve şeridi Filistin Yönetimine teslim ettiğini hayal edin. O zaman bu anlatı nasıl görünürdü, özellikle de işgal ve işbirlikçileri tarafından yazıldıysa?
"Kırmızı üçgenin" yükselişi tarihi bir değişime işaret ediyor: İlk defa, silahlı direnişe yönelik yaygın hayranlık ve saygıya tanık oluyoruz; belki Viet Cong'un ya da Cezayir'in FLN'sinin bir zamanlar gördüğünden bile daha fazla. Filistin destekçileri -ve Filistinliler ve Arapların kendi aralarında da- arasındaki geniş ideolojik farklılıklara rağmen, bir arkadaşın söylediği gibi, "hepsi kırmızı üçgenler." Direnişin pusularının koruduğu, siyonistlerin korkulu rüyası: Kahramanlık ve kurbanlığın eşsiz ve kırılmaz bileşimi; çelişki olmadan ifade ettiğimiz bir paradoks. Aynı damarda, Yemen'deki operasyonlar tarihsel "dış operasyonlar" modelini yankılıyor. 1960'ların sonlarında ZIM taşımacılık şirketinin Londra'daki ofisine yerleştirilen bomba dışarıdan hedef almayı sembolize ediyorsa, o zaman Yemen'in bugünkü saldırıları şirketin sinir merkezini vuruyor.
Ancak en merkezi ve acil gündemimiz şu: Anlatıdaki değişiklikler, stratejik olarak ne kadar önemli olursa olsun, soykırımı durdurmuyor. Yemen başarıyla ABD'yle yüzleşse ve çıkarlarına zarar verse de, henüz düşmanı imha kampanyasını sonlandırmaya itebilmiş değil. FHKC'nin broşürüne dönersek, stratejik rehberliğini hatırlamakta fayda var: "Savaşın nesnel koşullarına, düşmanın doğasına ve araçlarına uyum sağlama ilkesini benimsemeliyiz."
Bu nedenle, acı ve öfkeye rağmen, bundan onlarca yıl sonra kendimize şunu soracağımızı hayal edin: Siyonistler bizi nasıl bu kadar katlettiler? Nasıl "her yerde düşmanın arkasında" değildik?
Bu soru stratejik analize ihtiyaç duyuyor. FHKC'nin yazınlarından çıkan derslerden biri de stratejiyi tartışmanın önemi; bu, yıkıcı sonuçlara yol açan, tantana ve körü körüne yüceltmelerle zehirlenen bir çağda direniş hareketlerinin sıklıkla sahip olmadığı bir şey. İroniktir, aynı broşür bizi düşmanın "mezhepçilik, bölgeselcilik veya kişisel çıkar peşinde olanları etkileme" becerisine karşı da uyarıyor.
Bu, çetrefilli bir konu. Birileri haklı olarak, bugün bu tür operasyonların geri tepebileceğini, yürüttüğü savaşı küresel "teröre karşı savaş"ın bir uzantısı olarak çerçeveleyen siyonist propagandayı yeniden canlandırabileceğini öne sürebilir. Bu ayrıca batının bize dönük imha girişimindeki işbirliğini de derinleştirebilir. Ek olarak, batılı güçlerin kendi iç istikrarları uğruna soykırımı durdurmak için duruma müdahale edecekleri fantezisi zayıf ve olasılığı olmayan bir senaryo. Ancak tartışılamaz olan bir şey var: Arap topraklarındaki ve "normalleşen" Arap devletlerindeki askerleri ve yerleşimcileri hedef almak sadece meşru değil, çoktan gecikmiş bir şey.
Mücadelemizin bu kasvetli aşamasında, üç acil hedefimiz var; savaşı durdurmak, Gazze'nin işgalini sonlandırmak ve ablukayı kaldırmak. Bunları başarmak, İsrail sağını ve Netanyahu'yu kırmak anlamına geliyor. Ancak ülke içinde sömürülebilecek geçerli bir siyonist "bölünme" yok; Netanyahu hala sağlam bir çoğunluğa sahip. Bu aşamada, suikastı hem belirleyici hem de faydalı olacaktır. Fakat asıl baskı noktası dışarıda, ABD yönetiminin içinde ve özellikle de Donald Trump figüründe yatıyor. O halde asıl soru, Amerikalıların Trump'ı durdurmaya nasıl zorlanacağıdır.
Savaşın üzerinden iki yıl geçtikten sonra, elimizde çok fazla alet kalmadı ve yanlış hesaplamalar yüzünden sahip olduklarımızı yanlış yönettik. Geriye kalan, siyonist soykırımcı şiddete tepki olarak doğan küresel baskıdır; bunun medyadaki anlatıya ve kamuoyuna olan etkisidir. Ancak bu aletin de sınırları var. Soykırım siyonizme karşı küresel bir tiksintiyi teşvik etse de, paradoksal olarak bir korkuyu da yerleştirdi, korkakça geri çekilmelere ve hayatta kalmacı içgüdülere yol açtı. Bu aracın etkisi, kamuoyundaki küçük değişikliklerle ölçülebilir olsa da, güvenilmez ve çok yavaş. Zaman, kandan ve çocukların uzuvlarından yapılıyor ve Amerikalılar ile siyonistler kötü PR'ın maliyetini zaten kabul ettiler. Daha da inat ettiler.
Diğer aracımız, takdire şayan bir performans sergilemeye devam eden Yemen. En devrimci özelliklerinden biri, baskı uygulamanın herhangi bir yolunu bulmak için yaptıkları amansız arayış. Karar alma sürecini şekillendiren öfke ve aciliyet, gerçek devrimci iradenin işaretidir. Gazze'den çıkan her görüntüde liderlerinin kanının kaynadığı kuşkusuz doğrudur.
Son aracımız, Gazze'nin kendi dirayeti ve savaşçılarının düşmana zarar vermeye dönük efsanevi yeteneğidir. Siyonizm burada stratejik bir ikilemle yüzleşiyor: Hamas'a karşı çıkanlar bile onunla aynı kaderi paylaştığını biliyor. İki taraf da tek kurtuluşunun esirlerin serbest bırakılmasında yattığını biliyor. Bize gelince; hangimizde Gazzelilerin gözünün içine bakıp "Biraz daha dayan" diyecek yürek var?
Bu stratejik teşhisle, görevimiz şu üç aracı desteklemek: Küresel baskı, Yemen'deki destek cephesi ve Gazze'nin kırılmaz direnci. Destek sözlerle, bağışlarla, ve Yemen'deki gibi azimle gelebilir. Uzun vadede ne yapılması gerektiğine dair sorunun cevabı İkinci İntifada'nın araçlarını yeniden canlandırmaktan geçiyorsa, günün acil sorusu da şudur: Netanyahu'nun deliliği, kendisinden önceki araçların yeniden harekete geçirilmesini tetikleyecek mi? Tamamen çıkmaza girmiş bir durumun karşısında, şuursuz bir şiddet biçimini alsa bile mi?
*Moussa al-Sadah'ın el-Akbar sitesinde yayımlanan yazısı Elif Bayburt tarafından ETHA için Türkçe’ye çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.