ÇEVİRİ | El-Aksa Tufanı savaşı: Meşruiyeti, kazanımları ve çatışma sürecindeki stratejik konumu

Ulusal kurtuluş hareketlerinin savaşları yalnızca nicel ölçütlerle (ölü sayısı, altyapı tahribatı, binaların yıkımı vb.) değerlendirilmemelidir. Savaşın değerlendirilmesinde asıl kıstas, mevcut denklemlerde yarattığı değişim ve bunun etkileridir. Bunun için önce bir başlangıç noktası gerekir ki değişiklikler, olumlu ya da olumsuz, bu referansa göre ölçülebilsin. İlk temel kıstas, güç dengesizliği ve buna bağlı olarak amaç dengesizliğidir. Sömürgeci güç için amaçlar genellikle askeri ve caydırıcıdır. Kurtuluş hareketleri içinse amaçlar esas olarak siyasidir. Bu çerçeve, savaş tozu dindikten sonra sonuçları değerlendirmeye yarar. Asimetrik savaşta, daha zayıf tarafın sadece yenilmemesi bile çoğu zaman zafer anlamına gelir; yani asgari zafer eşiği aşılmış sayılır.
El-Aksa Tufanı Savaşı, Filistin halkının siyonist emperyalist işgale karşı yürüttüğü ulusal mücadeleler zincirinin bir halkasını temsil etmektedir. Bu zincir, 1920'deki Nebi Musa ayaklanmasıyla belirgin şekilde başlamış, zaman zaman art arda gelişmiş, zaman zaman da olaylar kronolojisi içinde aralıklı olarak devam etmiştir. El-Aksa Tufanı ise bu zincirin en son (ve halen devam eden) halkasıdır. Bu savaş, önceki tüm çatışmalardan daha uzun sürmesi, askeri ve siyasi anlamda yoğunluğu, her düzeyde gerektirdiği ağır bedeller, somut kazanımları ve gerek destekleyici gerek eleştirel pek çok soruyu ve tepkileri tetiklemesi bakımından ayırt edici bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenlerle söz konusu savaşın daha geniş mücadele süreci içindeki konumunun analiz edilmesi ve değerlendirilmesi zorunludur. Bu tür bir analiz, öncelikle savaşın meşruiyetini kabul etmeyi; ikinci olarak kazanımlarının (veya kayıplarının) hangi ölçütlerle değerlendirileceğini belirlemeyi; üçüncü olarak ise, bu savaşın siyonist oluşumla süregelen çatışmadaki stratejik yerini saptamayı gerektirir.
I. MEŞRUİYET
Meşruiyet meselesi, Filistin halkının siyonist oluşuma karşı mücadelenin en yüksek biçimi olarak silahlı direnişi sürdürme hakkı ve görevi ile bu yönde atılan her adımın zamanlama, uygulanabilirlik ve bedeller açısından denetlenmesi gerekliliği arasında bilinçli bir bağ kurularak ele alınmalıdır. Silahlı mücadele, rastlantısal ya da keyfi bir eylem değil; her adımın dikkatle ölçülmesi gereken, özgünlük, angajman kuralları ve ulusal, bölgesel ve uluslararası boyutlar taşıyan bir eylemdir. Bu bağlam, direnişin her adımının kendi zamanı ve bağlamı içinde meşruiyetini belirlememize olanak tanır.
El-Aksa Tufanı Savaşı'nın meşruiyeti, üç temel ilkeye dayanmaktadır:
1. Hak İlkesi:
Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkı, bu hak engellendiği sürece geçerli ve etkin bir ilkedir. İşgali geri püskürtme ve temel insan haklarını koruma amacı güden tüm ulusal direniş çabalarında bu ilke somutlaşmaktadır. Uluslararası hukuk bu hakkı açıkça tanımaktadır. Özellikle "Saldırının Tanımı"nın 7. maddesi, sömürgecilik veya ırkçı rejimlere karşı direnişi ve bunun için silahlı mücadele dahil her yolu meşru saymaktadır. BM Genel Kurulu'nun 14 Aralık 1960 tarihli 1514 sayılı kararı ile 13 Aralık 1973 tarihli 3103 sayılı kararı da bu hakkı bağımsızlık ve kendi kaderini tayin amacı güden doğal ve hukuki bir mücadele olarak kabul etmektedir. Ayrıca, bu hakların hangi örgütsel veya ideolojik biçimde yürütüleceğine dair herhangi bir zorunluluk da getirilmemekte, aksine yeni bağımsızlık kazanmış ülkelerden bu mücadeleleri desteklemeleri istenmektedir.
2. Savunma İlkesi:
Bu ilke, Filistin halkının temel haklarına yönelik saldırıları püskürtmek için direnişin kullandığı araçları kapsar. Günümüzde bu ilke, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarında tanınan uluslararası bir gerçeklik halini almıştır. El-Aksa Tufanı, baskının yoğunlaştığı, etnik temizlik politikalarının derinleştiği ve özellikle Mescid-i Aksa'ya yönelik saldırıların zirveye çıktığı tarihsel bir anda başlatılmıştır. Bu saldırılar, münferit değil; öldürme, tutuklama, abluka, toprak gaspları ve Filistinli kadınların aşağılanması gibi insan onuruna karşı sistematik bir kampanyanın parçalarıydı. Bu esnada, Filistin Yönetimi ya bu saldırılara karşı etkisiz kalmış ya da işgalciyle güvenlik işbirliği yaparak zımnen suç ortağı olmuştur.
3. Riskten Kaçınma İlkesi:
Bu ilke, Filistin halkının kendi kaderini tayin etme ve savunma hakkını, hatta varlığını tehdit eden güvenlik ve siyasi riskleri hedef alır. Bu riskler arasında, ABD öncülüğünde yürütülen bölgesel değişimler, Arap ve İslam ülkelerinin İsrail'le normalleşme girişimleri ve İsrail'in bölge sistemine lider bir aktör olarak entegre edilme çabaları yer alır. Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesi, Arap dünyasında direnişi psikolojik ve siyasi olarak zayıflatabilecek kritik bir dönemeçtir. İsrail Başbakanı Netanyahu, BM'de Eylül 2023'te yaptığı konuşmada, "Yeni Ortadoğu" haritasında Filistin'i tamamen silerek bu tutumunu simgesel düzeyde de ilan etmiştir. Güvenlik risklerine gelince; Hamas lideri Salih el-Aruri, El-Aksa Tufanı'nın, İsrail'in yaklaşan büyük saldırısına karşı önleyici bir yanıt olduğunu belirtmiştir. İsrail eski Genelkurmay Başkanı Aviv Kochavi de 2021'de Hamas liderlerine suikast planlarının, "Kudüs'ün Kılıcı" sonrası dönemde yürütülen bir stratejinin parçası olduğunu açıkça ifade etmişti.
Bu üç ilke, El-Aksa Tufanı Savaşı'nın meşruiyetinin temel taşlarını oluşturur. Birinci ilke uzun vadeli stratejik meşruiyet sağlarken, ikinci ve üçüncü ilkeler ise savaşın zamanlama ve bağlam açısından haklı ve belirleyici bir yanıt olduğunu ortaya koymaktadır.
II. SAVAŞ NASIL DEĞERLENDİRİLMELİDİR?
Herhangi bir savaşın meşruiyeti ile sonuçları arasında fark vardır. Meşruiyet, belirli bir zamanda belirli araçlarla belirli hedeflere ulaşmak amacıyla savaşa girilmesini motive ederken, sonuçlar ise savaşın nasıl yürütüldüğü, ne tür kazanımlar elde edildiği ve bu kazanımların hedeflerle ne ölçüde örtüştüğüyle ilgilidir.
Tarih, tam meşruiyete sahip olup da sonuçları, hedefleyenlerin beklentisinin tam tersine gelişen sayısız savaş örneğiyle doludur. Ulusal kurtuluş bağlamında değerlendirilen bir savaşın sonuçları, rastlantısal ya da keyfi olarak değil; kurtuluş hareketlerinin geliştirdiği tarihsel ve düzenleyici ölçütlere göre değerlendirilmelidir. Zira bu tür hareketler genellikle güç dengelerinin lehlerine olmadığı ortamlarda mücadele ederler. Amaçları, sömürgeci güce, bu işgalin devamının maliyetinin getirisinden fazla olduğunu hissettirmektir.
Bu nedenle, ulusal kurtuluş hareketlerinin savaşları yalnızca nicel ölçütlerle (ölü sayısı, altyapı tahribatı, binaların yıkımı vb.) değerlendirilmemelidir. Zira düşman genellikle bu ölçütü öne çıkararak, sivilleri hedef alan soykırımsal savaşlar yürütür ve böylece direnişi insani yüklerle baskı altına almayı, halk desteğini kırmayı amaçlar.
Savaşın değerlendirilmesinde asıl kıstas, mevcut denklemlerde yarattığı değişim ve bunun etkileridir. Bunun için önce bir başlangıç noktası gerekir ki değişiklikler, olumlu ya da olumsuz, bu referansa göre ölçülebilsin.
İlk temel kıstas, güç dengesizliği ve buna bağlı olarak amaç dengesizliğidir. Sömürgeci güç için amaçlar genellikle askeri ve caydırıcıdır. Kurtuluş hareketleri içinse amaçlar esas olarak siyasidir. Bu çerçeve, savaş tozu dindikten sonra sonuçları değerlendirmeye yarar. Asimetrik savaşta, daha zayıf tarafın sadece yenilmemesi bile çoğu zaman zafer anlamına gelir; yani asgari zafer eşiği aşılmış sayılır.
İkinci temel kıstas ise, kurtuluş hareketinin üç temel hedefi gerçekleştirme kapasitesidir:
1. Direnişin iç ve dış meşruiyetini pekiştirmek,
2. Düşman saflarında iç çelişkiler yaratmak,
3. Düşmanla müttefikleri arasında çatışmalar ortaya çıkarmak.
Geçtiğimiz dokuz ayın sahadaki gelişmeleri ve gerçeklikleri, ilk temel soruya olumlu yanıt vermektedir. Bu yanıt artık yalnızca direnişin ve destekçilerinin savunduğu bir görüş değil; küresel düzeyde, bu direnişin neden bu kadar uzun süre ayakta kaldığını araştıran bir kabule dönüşmüştür.
İkinci grup sorulara gelince:
♦ Bu savaş direnişin meşruiyetini pekiştirmiş midir?
♦ Düşmanın saflarındaki çelişkileri derinleştirmiş midir?
♦ Düşmanla müttefikleri arasındaki çatlakları artırmış mıdır?
El-Aksa Tufanı Savaşı'nın kazanımlarını tek tek sıralamaya girmeden rahatlıkla söylenebilir ki, bu soruların tamamı yukarıda belirtilen üç başlık altında olumlu yanıt bulmaktadır. Bu süreç; ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeylerde halen sürmektedir.
III. STRATEJİK KONUM
El-Aksa Tufanı Savaşı, Filistin halkının bugüne kadar verdiği tüm savaşlardan ve siyonist düşmanla 1948 öncesi ve sonrası yaşanan tüm çatışmalardan farklıdır. Süresi en uzun, yoğunluğu en fazla ve bedelleri en büyük olan savaştır. Bu nedenle onu yalnızca ulusal kurtuluş hareketinin savaş zincirinde bir halka olarak değil, bu zincirin en öne çıkan halkası olarak değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda temel bir soru ortaya çıkar: Sadece bu savaşın nasıl değerlendirileceği değil, aynı zamanda bu savaşın zincir içindeki yeri nedir?
Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle bu zincirin kendisinin nasıl okunması gerektiği sorulmalıdır: Niceliksel mi, niteliksel mi?
Şüphesiz, her iki yaklaşımın da değeri vardır. Ancak konu, toprağın kurtarılması ve sömürgecinin kovulması hedefini taşıyan bir kurtuluş yoluysa, bu durumda niteliksel okuma belirleyici hale gelir. Bu çerçevede, herhangi bir savaşın mücadele dengesindeki yerini ve ağırlığını tayin etmek mümkündür.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin genel olarak üç stratejik aşamadan geçtiği bilinmektedir:
1. Stratejik savunma aşaması: Direniş güçleri henüz başlangıç aşamasındadır; temel hedef, varlığını korumak ve savunmaktır.
2. Stratejik denge aşaması: Direniş, düşmanla yüzleşmede belirli bir dengeye ulaşır. Artık sadece savunma değil, dengeleme gücüne de sahiptir.
3. Stratejik taarruz aşaması: Direniş, düşmanı tümüyle alt edebilecek olgunluk ve güce ulaşır; tam anlamıyla stratejik bir saldırıya geçebilir.
Bu çerçevede El-Aksa Tufanı savaşının konumu nedir? Bu aşamalardan hangisine denk düşmektedir?
Buna yanıt verebilmek için son tarihsel bağlamı, özellikle hemen önceki savaş olan Kudüs'ün Kılıcı (Saif al-Quds) savaşıyla olan ilişkisini dikkate almak gerekir. El-Aksa Tufanı'nın stratejik anlamını, Kudüs'ün Kılıcı'ndan bağımsız şekilde ele almak hatalı bir değerlendirme olur.
Kudüs'ün Kılıcı savaşında düşmanın yaşadığı kafa karışıklığı ve daha savaş bitmeden sonuçlarını etkisizleştirmeye yönelik girişimleri dikkat çekicidir. Bu durum, İsrail güvenlik ve akademik kurumlarının düzenlediği çok sayıda sempozyumda ve bu sempozyumların önerilerinde açıkça görülmektedir (tümü "Al-Hadaf" dergisinde yayımlanmıştır).
Bu sempozyumların derinlemesine okunması, düşmanın Kudüs'ün Kılıcı savaşını bir dönemin sonu ve Filistin direnişi açısından yeni bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirdiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle İsrail, direnişin bu yeni döneme geçişini engellemeye odaklanmıştır.
Bu önceki savaş, 75 yıl süren stratejik savunma aşamasının fiilen sonlandığını göstermiştir. Bu uzun süreç, tüm iniş ve çıkışlara, başarı ve yenilgilere rağmen Filistin halkının istikrarını ve sebatını korumasıyla tanımlanır.
El-Aksa Tufanı savaşıyla ise yeni bir aşamaya geçilmiştir: Stratejik denge aşaması.
IV. YENİ AŞAMANIN NİTELİKLERİ - STRATEJİK KONUMUN NİTELİKSEL DEĞERLENDİRMESİ
Bu yeni aşamanın değerlendirmesi, niceliksel değil, niteliksel ve ahlaki ölçütlerle yapılmalıdır. Silah sayısı ya da teknik kapasite elbette belli anlarda etkili olabilir; ancak asıl değerlendirme, şu üç düzeyde yapılmalıdır:
1. Askeri Düzey:
El-Aksa Tufanı savaşı, düşmanın onlarca yıldır elinde bulundurduğu en önemli askeri avantajlardan biri olan stratejik sürpriz gücünü ortadan kaldırmıştır. Bu unsur, İsrail'in caydırıcılığının temel dayanağıydı. Ancak direniş, bu kez ilk saldıran taraf olmuş ve bu kararla büyük güvenlik ve istihbarat risklerine rağmen inisiyatifi eline almıştır. Savaş, düşman hattının gerisinde yürütülmüştür; bu, önceki tüm çatışmalardan farklıdır.
Ayrıca savaş, Direniş Ekseni (Axis of Resistance) içindeki bölgesel aktörlerin katılımıyla daha geniş bir stratejik boyut kazanmıştır. Bu eksen, Mısır'ın (Camp David Anlaşması nedeniyle) ve Suriye'nin (terörle mücadele sonrası yıpranmış haliyle) yokluğunu telafi eden yeni bir denge unsuru haline gelmiştir.
2. Siyasi Düzey:
Siyasi olarak, savaş hem düşman saflarında hem de onun müttefikleriyle olan ilişkilerinde derin çelişkiler yaratmıştır. Bununla birlikte, daha önce düşmanla ittifak içinde olan bazı çevrelerden dahi direnişe yönelik halk desteği ortaya çıkmıştır. Bu, özellikle Arap ve İslam dünyasındaki halklar arasında kendini göstermiştir.
3. Ahlaki ve Etik Düzey:
Bu savaş, düşmanın yıllardır inşa ettiği sözde "ahlaki anlatısını" çökertmiştir. Filistin davasını, Amerika ve Avrupa'daki yeni nesil gençler için ahlaki bir mesele olarak yeniden tanımlamıştır. Bu nesil, kapitalist dünya düzeninin temsil ettiği değerlerin artık inandırıcılığını yitirdiğini düşünmektedir.
Bu yeni stratejik aşama kısa ya da uzun sürebilir. Potansiyelini tümüyle gerçekleştirebilir veya boğulabilir. Seyri, çeşitli ulusal ve bölgesel faktörlere bağlıdır. Ancak en temel gerçek şudur: İlk adım atılmıştır. Eşik aşılmıştır. Artık tek yol ilerlemektir. Güçlü, kararlı ve çatışma ortamını derinlemesine anlayan bir yaklaşımla.
Düşman da bunun farkındadır ve bu ilerlemeyi durdurmak için tüm gücünü seferber edecektir. Bu nedenle bu aşamanın yönü ve kaderi, direnişin birikim ve tırmanış iradesi ile düşmanın bastırma ve boğma iradesi arasındaki çatışmayla belirlenecektir.
V. SONUÇ
El-Aksa Tufanı savaşı, Filistin halkının vatanını özgürleştirme ve toprağını kurtarma yönündeki vazgeçilmez tarihsel hakkından, siyonist oluşumun saldırı ve yayılmacılığına karşı meşru savunma hakkından ve ulusal davasını tasfiye etmeye yönelik planlara karşı bu davayı koruma hakkından meşruiyetini almıştır.
Bu savaş, Filistin direnişinin meşruiyetini tüm düzeylerde, bölgesel ve uluslararası düzlemde, pekiştirmeyi başarmıştır. Aynı zamanda Filistin halkının mücadelesini yeni bir stratejik evrenin eşiğine taşıyan niteliksel bir sıçrama olmuştur. Bu sıçrama, tarihi kazanımlarla şekillenmiş ve bugün hala somut etkiler üretmeye devam etmektedir. Gelecekte de bu etkiler derinleşerek sürecektir.
*Filistin Toprak Çalışmaları Enstitüsü Direktörü Abed Al-Zurei'i'nin ICOR 2. Filistin dergisinde yayımlanan yazısı Ivana Benario tarafından ETHA için Türkçeye çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.